Makaleler
İşimizin Geleceği için VUCA Dünyasında Adaptasyon: Yetişkin Öğrenmesinde Engelleri Aşmak
TARİH
Mayıs 2025
YAZAR
Yeliz Tan
OKUMA
10 Dakika

Hemen her gün önümüze gelen tüm araştırma raporlarında, sosyal medya gönderilerinde, büyük konferansların ilgi çeken panellerinde ortak bir nokta var. Ya işimizin kendisi ya da işimizi yapma şeklimiz radikal şekilde değişti, değişiyor, değişecek!Üniversite yıllarında bir çoğumuzun hayalini kurduğu mesleklerden bazıları kaybolmaya  başladı bile. Yeni normalin iş hayatında başarı ile var olmak için farklı yetkinlikler geliştirmeli ve teknolojik dönüşüme adapte olmak zorundayız. Bu yetkinlikleri anlamak, adapte olmak, davranışa dönüştürmek için öncelikle öğrenmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Tüm bu gereklilikleri göz önünde tutarak yeni yazı dizimizi Vuca dünyasının engebeli arazisinde öğrenme ve adapte olma konusuna farklı bir bakış açısı getirerek size rehberlik etmesi için hazırladık.

Öğrenmeyi Öğrenmek

Öncelikle yeni birşeyi “öğrendim” diyebilmeniz için yeni bilgiyi sadece edinmiş olmanız yetmez; bu bilginin davranışa dönüşmesi ve kalıcı hale gelmesi de gerekir. Davranışsalcı kuramcılar bu durumu “Değişim, kritik bir öğrenmedir” şeklinde tanımlarlar. Dolayısıyla gerçek öğrenme, kişinin yaşamında gözle görülür bir değişimi beraberinde getirmelidir.

Bu noktada “Öğrenme sadece genç yaşlarda mı mümkündür? Yaş ilerledikçe yeni bilgi edinmek ve değişmek neden zorlaşır?” sorusu hemen gündeme geliyor.

Nörobilim bize gösteriyor ki, öğrenme yaşam boyu süren bir süreçtir. Beyin esnekliği anlamına gelen nöroplastisite kavramı bize eğer herhangi bir beyin hasarı söz konusu değilse her yaşta öğrenmenin mümkün olduğunu ortaya koyar. Hayatta karşılaştığımız her yeni durum, her etkileşim beynimizde yeni veri yolları inşa eder ve beynimiz bu yeni öğrenmelerle esneyip genişleyebilir.

Öğrenilmiş Çaresizlik Yeni Öğrenmeleri Nasıl Etkiler?

Öğrenmenin yaştan bağımsız olduğunu biliyoruz, ancak yine de bazı bireyler değişime neden direnir?

Bu noktada psikolojik bazı engeller devreye girer. Bu engellerden biri “Öğrenilmiş Çaresizliktir”.

Öğrenilmiş çaresizlik, bireylerin geçmişte yaşadığı başarısızlıklar ve zorluklar sonucunda, yeni bir şey öğrenmeye çalışırken “bu konuda başarılı olamam” düşüncesiyle kendilerine bakmasıdır.

“Hayallerimiz defalarca kırıldıysa, mutsuzluğun kesinliğini, belirsizliğin mutsuzluğuna tercih ederiz”.

Öğrenilmiş çaresizlik yaşayan kişiler geçmişteki olumsuz deneyimlerinden dolayı, başarısızlık döngüsünü kırabileceklerine inanmadıklarından denemeye cesaret edemezler. Değişime karşı pasif kalır ve herhangi bir çaba harcamadan başarısızlığa razı olurlar. Tüm bu psikolojik bariyerler, bireyin değişim sürecinden kaçınmasına neden olur. Oysa değişim, konfor alanından çıkmayı gerektirir.

“Konfor alanı”kişiye tanıdık gelen, bildiği dünyayı ifade ettiği için bu dünyanın kişiye acıveriyor olması ya da bu dünyada mutsuz olması, değişim için yeterli bir neden oluşturmaz. Thich Nhat Hanh’ın da dediği gibi, tanıdık acılar bizlere bir tür güvenlik hissi verdiğinden onlara bakmakta zorlanırız.

Tanıdık olan acılar bile, bireye belirsizlikten daha güvenli gelebilir. Bu nedenle kişi, acı verse bile bildiği dünyada kalmayı tercih edebilir. Bu psikolojik direnç, değişimi tehlikeli gibi algılamasına ve korku, kaygı gibi rahatsız edici duygular hissetmesine neden olur. Çoğu zaman bu duyguların değişime gösterdiği direnç olduğunu fark etmeyerek, muhtemel gelecek senaryolarına dair sezgiler olduğunu düşünebilir.

Oysa sezgilerimizin bizi yıllar önce yaşanmış olaylardan korumaya çalıştığını düşünürsek (geçmişteki olumsuz deneyimleri tekrar etmek gibi), bazı durumlarda sezgilerimizin tam tersini yapmaya kendimizi zorlayabiliriz. Bazen yapılması gereken şey, büyümemize yardımcı olacak riskleri göze almaktır.

İnançlarımız Öğrenme Üzerinde Nasıl Bir Etki Yaratır?

Psikolojik engeller sadece geçmiş deneyimlerle sınırlı değildir. Öğrenmeye, değişime dair inançlarımız da bu süreci derinden etkiler.

İnsanlar, doğası gereği dünyayı anlamlandırma ihtiyacı duyar ve yaşadıkları olayların neden-sonuç ilişkilerini saptamaya çalışırlar. Özellikle de beklenmedik ve olumsuz sonuçlar karşısında, bu sonuçları mantıklı bir nedene bağlama gereği hissederler. Bu süreçte kişinin, kurduğu neden-sonuç ilişkileri gerçekliği algılama şekliyle bağlantılıdır. Başarıya da başarısızlıkları, sahip olduğu inançlar çerçevesinde anlamlandırır.

Attribution Theory (İlişkilendirme Kuramı), bireylerin yeni bir beceri konusunda başarı ya da başarısızlıklarını içsel (kişisel çaba, doğuştan gelen yetenek) ya da dışsal (şans, çevre) faktörlerle ilişkilendirdiklerini ifade eder. Genellikle bilinç dışı işleyen bu süreç, bireyin gelecekteki tutumlarını da büyük ölçüde etkiler.

İlişkilendirme süreci, genellikle bir derece alma ya da yeni bir beceriyi öğrenme süreciyle başlar. Eğer sonuç beklenen ve pozitifse kişi derinlemesine sorgu yapma ihtiyacı hissetmez. Ancak sonuç beklenmedik, negatif ve özellikle de önemli ise, birey durumu açıklamak için bilim insanı gibi hipotezler (yeteneğe, çabaya, şansa ve ruh haline bağlayarak) ileri sürerek kişisel ve çevresel faktörleri irdelemeye başlar.

Birey başarısızlığı sadece dışsal faktörlerle açıkladığında kötü performansının gerçek nedenini ele alamaz. Örneğin, bir projede başarılı olamadığında, sonucu yalnızca çevre ya da ekonomik kriz gibi dışsal faktörlerle açıkladığında, kendi etkisini değerlendiremez. Bu durumda birey performansını geliştirmek için gerekli içsel faktörleri göz ardı eder ve öğrenme süreci sekteye uğrar. Öte yandan bu bakış açısının olumlu yönü, bireyin koşullar değiştiğinde başarılı olabileceğine dair umudunu korumasıdır.

Başarısızlığı yalnızca içsel faktörlere bağlayan kişiler ise genellikle “ben yetersizim”,“başarısızım” gibi düşünceler geliştirir. Bu bireyler suçluluk, utanç gibi duygular yaşayabilir ve öz saygıları zarar görebilir. Yapılan araştırmalar, başarısızlıklarını bu şekilde ilişkilendiren bireylerin başarılı olmaları durumunda ise başarının sebeplerini şans ya da belki birlikte çalıştığı iş ortağı, çevre gibi dışsal faktörlere bağladığını ortaya koymuştur. Böylece birey, süreci değerlendirmekte zorlanır ve hangi aşamada hata yaptığını farkedemez. Bu tür bir bakış açısı da öğrenmenin önünde ciddi bir engel teşkil eder. Tıpkı öğrenilmiş çaresizlikte olduğu gibi kişi yeniden denemeye açık olmaz.

Kişinin kendini daha doğru değerlendirebilmesi için çevresinden geri bildirimler alması çoğu zaman faydalı olur. Öğrenmede geri bildirimin önemini bir sonraki yazıda ele alacağız.

Sonuç olarak, öğrenme yalnızca gençliğe özgü bir yetenek değil; değişime açık bir zihin, kendine dair farkındalık ve psikolojik engellerle yüzleşme cesaretiyle her yaşta mümkün olan bir süreçtir. Yeni bir beceriyi öğrenirken durup kendimize şunu sormak faydalı olabilir: “Gerçekten öğrenmeye açıkmıyım? Yoksa eski inançlarımın güvenli ama sınırlayıcı alanında mı kalıyorum? ”Bu soruya vereceğimiz dürüst yanıt, sadece öğrenmenin değil, dönüşümün de kapılarını aralayacaktır.

Okurken faydalanmanız ve yazımızı bolca paylaşmanız dileğiyle...

MEDYA MERKEZİ
Makaleler ve Videolar
İLETİŞİM
Hizmetlerimiz hakkında daha detaylı bilgi almak için bize ulaşın...